Başlıktaki “yeni” sözcüğü, yaygınlaşmış haliyle “Özel” yetkili savcıların muhakeme süreçleri bakımından kanıksanmış hal ile (hiç değişmeksizin ve tek yönlü işleyen halk düşmanı mantığıyla) bağdaşmıyor. Ancak artık en küçük toplumsal nüve içeren olayların dahi savcılık makamlarınca ideolojik kavrandığını görmekteyiz. “Yeni” olan da budur.
Ankara’da Gezi Direnişi’nin en kitlesel eylemlerinin yaşandığı ilk hafta sonu (31 Mayıs-2 Haziran) sebebiyle düzenlenmiş yeni iddianameden bahsediyoruz. Bu, Ankara’da Gezi eylemlerine karşı düzenlenen 7’nci iddianame.
Terörle Mücadele Savcılığının elindeki soruşturmadan henüz iddianame yok. TMK savcılığının görevsizlik verdiği ve bu nedenle olağan savcılığa -bu ayrım da başka bir tartışmanın konusudur- devredilen 35 “şüpheli”den oluşan “yeni” bir iddianame.
Ancak 35 şüphelinin “yeni” olması dışında yeni bir şey yok, iddianamenin gerekçe kısmında. Eski 6 iddianamede olduğu gibi yine “kopyala-yapıştır” sistematiğine devam edilmiş. Bir ceza muhakemesi sistemi düşünün ki, “suçların ve cezaların şahsiliği” ilkesi yok; “her olayın kendi maddi gerçekliği” olgusu yok; eylem mi yaptınız; nerde, nasıl, kim, hangi araçlarla, içerik ve söylem, talepler ne? Hiç fark etmez! İddianameniz hazırda duruyor.
Savcıları kategorik aynılığa iten nedir?
Gezi eylemlerine karşı, toptancı, aynılaştırıcı, kategorik bir paralelize hal var artık savcılarda. Evet, eylemlerin siyasal talepleri örtüşebilir, ancak her bir eylemin ceza yargılaması bakımından birbirinden bağımsız, her bir şüphelinin de ferdi olarak değerlendirilmesi gerekir.
Maddi oluşum içinde her bir süjenin spesifik konumu nedir?
Şahsilik ilkesi, soruşturma ve kovuşturma makamlarına bu sorunun sorulmasını emreder. Aynı siyasal talep için onlarca değişik tarz ve üslupta, onlarca değişik argümanla eylem yapılabilir. Bunların bir kısmı ceza hukukunun alanına girerken, bir kısmı girmeyebilir. Bu durum, eylemde kullanılan araçlara ve amacında şiddet çağrısı taşıyıp taşımadığına göre değişir. Yine katılan birey, hangi eylemin, hangi aşamasında, hangi hareketlere dahil olmuştur? Bu sorular sorulmalı. Yasaya aykırı bulunan bir gösteriye dahi, yasal sınırların içinde kalarak katılmak mümkün, bu yönde yargı kararlarımız çokça mevcut.
Öyleyse, nedir bu savcıları kategorik aynılığa iten?
Başlığımızın bir sebebi bu sorudur. Siyasi iktidara karşı eylem yapmış olmak sorunun kendiliğinden ürettiği cevaptır.
Peşinen söyleyelim ki, mutlaka bir kategori konulacaksa, Gezi eylemleri temelde barışçıl gösterilerdir. “Şiddet” olarak iddia edilen muhtelif davranışlar ise daima, kolluğun barışçıl eylemlere müdahalesi sonucunda “direnme hakkı” minvalinde ve yine “müdafaa” biçiminde vuku bulmuştur. Daha sade anlatımla, barışçıl gösteriye katılanların kafasına gaz bombası atarsanız, yurttaş da bu yasadışı saldırıya karşı kendini ve toplanma hakkını korur. Bu hem vicdani, hem insani, hem de hukuksal bir müdafaa hakkıdır artık. 61 Anayasası’nın giriş bölümünde belirtildiği gibi, bu hakkın adı “Direnme Hakkı”dır. Neden polisin hiç müdahale etmediği eylemler hiçbir şiddet yaşanmadan sonlanmıştır sorusunun cevabı da, Gezi’deki heterojen kitlelerin barışçıl doğasında verilidir. Gezi’nin hiçbir aşamasında saldırı amaçlı bir etkin eylem gösterilmediği bilinen bir gerçektir.
Diğer yandan, eylemlere katılan kitlelerdeki heterojenlik dahi, aynı kategorik suçlama gerekçesiyle iddianame düzenlenmesinin mantıksızlığını ortaya sermektedir.
35 kişiden hiçbirine “sen Başbakanlığı işgale teşebbüs ettin” denmedi.
İdeolojik algıyla suçlama yapıldığı söylemimizin bir diğer sebebi de, iddianamelerin Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 160/2 fıkrasına aykırılıkta ısrar göstermesidir. Maddede:“Cumhuriyet savcısı, maddî gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki adlî kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla yükümlüdür” demektedir.
Ankara’daki 7 ayrı iddianamede şüpheli lehine deliller asla toplanmamıştır. Bilakis, cansiperane bir “aleyhe delil” yaratma güdülenmesi var. Öğrencinin çantasından çıkan keçeli kalem, markası da belirtilerek, suç delili sayılmış.
“Kamu duvarına yazı yazılacaktı” diye iddia ediliyor!
Bazı suçların teşebbüsü olmaz, tamamlanması gerekir, şekli suçlardır bunlar. Aksi halde böyle abes yorumlar çıkar. Ancak abesliğin ötesinde bir ideolojik hâkimiyet görüyoruz iddianamenin ruhunda. “Nereden suç tipi yaratabilirim?” arayışı, ideolojik algıyı fazlasıyla göze batırıyor.
Eylemin genel niteliğinin “Başbakanlığı işgale teşebbüs” olduğunu söyleyen savcı, 35 şüpheliden hangisinin bu teşebbüste bulunduğunu belirtmemiş. Dahası, bu 35 kişiden hiçbirine “Sen Başbakanlığı işgale teşebbüs ettin” denmemiş. Bununla suçlanan kim o halde? Bu İddianamede bununla suçlanan yoksa neden böyle bir eylem nitelemesi yapılmıştır?
Bu sorular havada kalıyor. Tabiî buradan yeni iddianameler geleceğini de anlıyoruz.
Bu iddianamedeki “Başbakanlığı işgal” suçlaması bakımında şu soruyu da biz soralım o zaman: Sırt çantasındaki kalemle mi işgal edecekti gençler Başbakanlığı?
Burada, suç aleti ile rabıta kurulan suç arasındaki elverişlilik sorununu mizahi bir biçimde dile getirmekten başka yol yok. Polis şiddetinden yaralananlara tıbbi yardım yapılmak üzere taşınan “gaz bezi, yara bandı, solüsyon, oksijenli su” dahi suç aleti olarak sayılmış ve müsaderesi istenmiş!
Bu malzemelerin taşınması eylemde direnç ve süreklilik gösterme kastının unsuru sayılmış. Bunu taşıyan kişilerin de “diğer eylemcilere yardım etmek için” taşıdığı söylenmiş. “Yaralandıysan öl!” diyor yani savcı, ya da “arkadaşın yaralandıysa bırak ölsün!”, “yoksa kanunsuz eylemde direnme suçu sayarım!” Tabiî bunları taşıyan çoğunlukla tabiplerdi bildiğimiz gibi. Burada çok üstün insan hakları kabul edilmiyor savcılıkça: Yaşama hakkı, sağlık hakkı, tedavi görme hakkı…
Çünkü yaralayan polis! Oysa infaz kanununda bile sağlık sebebiyle infazın ertelenmesi var. Yani suçluluğu mahkeme kararıyla sabitlenmiş, Yargıtay incelenmesinden geçerek kesinleşmiş hükümlü, cezası infaz edilecek, sağlık sebepleriyle erteleniyor infaz. Ancak eyleme katıldıysan, sağlık hakkın yok!
Anayasanın 17’nci maddesi “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” diyor. 56’ncı maddesi ise “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak”la görevlidir diyor. Ama savcı “eylem katıldıysan Anayasal hakkın yoktur” demiş oluyor! Ayrıca tabiplerin mevzuatında da, gerekli eğitimi almış tabiplere, hastaya her koşulda tedavi ve/veya ilk yardım yapma zorunluluğu düzenleyen pek çok hüküm var.
Suç delili: gaz maskesi, limon, deniz gözlüğü…
Gaz maskesi, deniz gözlüğü, limon vb. araçlar yine suça delil sayılmış. Keşke savcılar iddianameleri kopyalayıp yapıştırdıkları kadar, İstanbul Asliye Ceza Mahkemesinin bu sayılanların suç aleti sayılamayacağı üzerine olan kararını da kopyalayıp yapıştırabilselerdi. En azından şüpheli lehine delil olarak değinselerdi, hukuk dünyasına katkı olurdu.
Esasen, bu ve benzeri suçla ilgisi olmayan delilleri toplayan kolluğa savcı, CMK 161/5 uyarınca re’sen soruşturma açmalı. Anılan madde, savcının delil toplama emrini kötüye kullanan kolluğa re’sen soruşturma açma emri veriyor. Ancak bu maddenin uygulama bulduğunu görmedik.
Yine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 34 yıl önceki konuyla alakasız “stankov-macedonia” kararına atıf var. Üstelik bu kararın içeriğinden “aleyhe” kısmı cımbızlanmış. Oysa kararın neticesinde, amacı şiddete dayalı olan şoven derneğin dahi, şiddete dayalı olmayan gösteri yaparsa buna müdahale edilemeyeceği yönünde görüşü var AİHM’in. Bu karar bile okunmamış belli ki savcılarca. Sadece aleyhe olan kısmı alınarak kopyalanıp yapıştırılmış, önceki Gezi İddianamelerinde olduğu gibi.
Son olarak;
2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine açıkça aykırı. Çünkü yasa, kanuna aykırılık tanımlamasında “barışçıllık” ölçütü tanımıyor. Polisin dağılın emriyle dağılmamayı suç sayıyor. Parklarda, yollarda, TBMM’nin 1 km. çevresinde yapılmama, hava kararmasına bir saat kala yapılmama, bildirim şartına bağlı tutma gibi pek çok sınırlama getiriyor. Oysa Anayasa 34’üncü madde, “silahsız ve saldırısız” olduğu sürece toplantı veya gösterinin izne tabi olmaması kuralını getirdi, 2001 değişikliğiyle. 2911 sayılı yasa ise 12 Eylül Anayasasının kabulünün hemen ardından, anılan “izne tabi olmama” değişikliğinden önce yürürlüğe girdi. Yani Anayasa değişti ama yasa aynı kaldı.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi “sizin iç yasanız önemli değil, önemli olan barışçıl olup olmaması, barışçıl ise, nerde yapılırsa yapılsın müdahale edilemez” görüşünü içtihatlaştırmış durumda, Türkiye’ye karşı açılan davalarda.
Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) karşısında pek çok mahkeme de “ölü kanun” haline getirmiş durumda 2911’i. Bu kavram Hukuk Sosyologlarının ürettiği bir kavram. Şeklen yürürlükte ama toplumsal/hukuksal evrim içinde aşılmış, uygulanmayan yasalar için üretilmiş bir kavram. Yasada sayılan kanunsuz eylem biçimlerini tanımayan, eylem barışçıl ise tek celsede beraat aldığımız onlarca mahkeme kararı var. Hatta kolluk amirleri bile, fiili alanlar geliştirmiş durumda. Abdi İpekçi’de bildirimsiz eylem de yapsanız müdahale olmayabiliyor, ama Gezi Parkı eylemcilere bir süre daha kapalı kalacak gibi. Burada kolluk da 2911’i ölü kanun haline getirmiş oluyor pratikte.
Ancak biz muhaliflerin müdafileri olarak, başlayan davalarda 2911 sayılı yasanın Anayasaya aykırılığını ileri sürme işini yaygınlaştırıyoruz. Yerel mahkemelerin önce bu konuda bir karar vererek, konuyu Anayasa Mahkemesine göndermesini talep ediyoruz. Anayasa Hukuku’nda “somut norm denetimi” olarak adlandırılan bir yol. Şayet bu talebimizi kabul eden bir mahkeme olursa, konu Anayasa Mahkemesinin gündemine gelecek. Bunu başaramasak dahi, AİHS ve AİHM kararlarımız karşısında, uygulanma olanağı yok artık bu yasanın.