Kamuoyunun tartıştığı davalarda, beraat kararı ardından yeniden tutuklama kararı verilmesini nasıl okumalıyız?

Sadece usul hukukuyla açıklayabileceğimiz bir süreç izlemiyoruz. Açıkça siyasi tutukluluklar yaşıyoruz. Bu ideolojik ceza usul hukukunun da, hukuk felsefesi tartışmalarında geldiği bir adı var: Düşman Ceza Hukuku… Konuyu biraz açalım…

Ceza Muhakemesi Kanununun 160. Maddesine göre savcı “bir suçun işlendiğini öğrenir öğrenmez gerçeği araştırmaya başlar” şeklindedir.

Bu normdan iki unsur çıkar:

1- Gerçek

2- Suçu öğrenir öğrenmez araştırma.

Kavala örneğinden gidersek, iki hususta da büyük soru işaretleri var:

Birincisi: Savcı neden suçu öğrendiğinde değil de, tahliye anında –üstelik basın açıklaması yaparak – bu tedbire başvurur? Basın açıklaması yapması bile esasen soruşturma sürecinden politik bir meşruiyet arama halini gösteriyor. Ama biz şimdilik usul hukuku içinde kalalım. Şüphe yüklenen kişi hakkında neden tahliye anında –daha önce ya da sonra değil de- yakalama ve tutuklama tedbirine başvurulur?

Keza, örneğin Kavala hakkında 15 Temmuz hakkında da bir soruşturma yapıldığı bilinmekteydi. Bu durumda, diğer dosyadan beraat etmesi ihtimaline binaen, bu soruşturmadan da önceden ve ayrıca tutuklama istemek yasal olarak mümkündü. Neden şimdi?

Bu zamanlama bizi ikinci unsura götürüyor: Gerçek ne?

Basın açıklamasıyla bir zafiyet durumu açıklayan savcılığın bu zamanlamasının sebebi, gerçeği araştırmak mı? Yoksa serbest kalma haliyle politik bir sorunu mu var?

Bir varsayım ekleyerek hukuki dedüksiyon üretelim.

3 yıldır tutuklu bir kişinin büyük bir suçlamadan beraat ettikten sonra, bir başka büyük suçlamadan (15 Temmuz kalkışması) suç şüphelisi olduğunu yeni öğrendiğini farz edelim. Bu nedenle de adli tedbire yeni başvurmuş olsun.

Bu durumda, CMK 100. Maddeye bakmak gerekir:

Maddede Tutuklama için iki koşul bir arada aranmaktadır:

1- KUVVETLİ SUÇ ŞÜPHESİNİ GÖSTEREN SOMUTDELİL

Ve

2- şüphelinin bazı eylemlerine dayanan TUTUKLAMA NEDENİ (kaçma şüphesini gösteren somut olgu en önemlisidir) olmalıdır.

Tutuklama tedbirini istediği zamana bakarak zamanlama bakımında yeni öğrendiğine bir an için “güvendiğimiz” savcı, büyük bir suçun somut delilleri ne ara toplamıştır? İkinci sorunsalın birinci sorusu budur…

İkinci sorusu ise, henüz serbest kalmaya vakit bulamamış şüpheli, ne ara kaçma şüphesi göstermiştir?

Varsayımdan vazgeçelim, ve bu kez diğer seçeneği, 15 Temmuz gibi önemli bir suçun delillerinin savcılıkça zamanında toplandığını farz edelim.

– Peki o zaman savcı, 15 Temmuz gibi bir suçun kuvvetli delilini biliyordu da neden bunca zaman tutuklama istemedi? Savcı görevini bu ana kadar ihmal mi etti?

Usul metodolojisi bakımından bir başka sorunsal gözardı edilmektedir. Onu da ortaya koyalım: Sulh ceza hakimi bu kadar kısa sürede 15 Temmuz dosyasını nasıl inceledi ve kuvvetli delilleri görerek karar verdi?

Cezaevindeki bir kişinin henüz serbest kalmadan kaçma şüphesi olgusu verdiği abesliği halihazırda Sulh Ceza Hakimi için de duruyor.

Tayyip Erdoğan’ın mahkeme kararına dair memnuniyetsizliği basına yansır yansımaz bu hamlenin geldiğini görüyoruz. Bu durumda, Türk Ceza kanunu 6. Maddesinin “bağımsız yargı görevlisi” olduğunu düzenlediği savcı, gerçekte iktidarın siyasal önceliklerine göre bir soruşturma yürütmüş olur mu? Aynı soruyu Sulh Ceza Hakimi için de soralım…

Savcısının, hakiminin, açıkça iktidarının siyasal tercihlerine göre yürüttükleri “adli soruşturma süreci” GERÇEK bir adli soruşturma süreci olabilir mi? Yoksa bu bir Olağanüstü usul müdür?

AİHM’in mutlak kuralı olan adil usul hukuku (dueprocess) diyebilir miyiz buna?

Son iki soru. Siyasi iktidarın güdümünde bir yargı süreci (buna HSK soruşturmasını da ekleyelim), güçler ayrılığına dayanan Anayasal hukuk devletini ortadan kaldırmaz mı? Peki bu isimler neden hangi suçun kuvvetli şüphesinden tutuklandı: Anayasayı ihlal suçundan.

– Bu durumda, Anayasayı ihlal eden kim veya kimlerdir?

Bu soruların cevabını da okurlara bırakalım…

Biz tespitimize geçelim:

“Olağanüstü usulün üstünlüğü, hukukta bir değişikliğe sebep olur. Bu değişiklikle devlet, toplumu oluşturur ve sürekli olarak toplum ile onun dışı arasındaki sınırı tekrardan tanımlar. Terörle mücadele, hukukun askıya alınmasını gerektirir ve yeni bir hukuk düzeni yaratırken aynı zamanda maddi ve formel olarak savaşılacak düşmanı da üretir. Hukuk düzeninin adaptasyonu sıkıyönetimde olduğu gibi sisteminin dışında bir tehdidi değil, sistemin kendisinin içinden bir düşman hedefler. Araçlarla amaçlar arasındaki ilişkinin tersine çevrilmesine tanık oluyoruz. Terör örgütünün düşman olarak belirlenmesi onu, hukuki ve siyasi düzenleri değiştirmek için bir araç haline dönüştürür. Siyaseti kendi sureti ile kuran iktidarın kendisidir” (Jean Claude Paye, Olağanüstü Halden Diktatörlüğe)

“Normal suçlulukta fail ile halen bir iletişim söz konusudur. Ancak tehlikeli bireyde iletişim yerini tehlikeyle mücadeleye, yurttaş ceza hukuku da yerini düşman ceza hukukuna terk eder” (Jakobs, Vatandaş ve Düşman Ceza Hukuku).

“Devlet, hukuki ve kuralına uygun biçimde HAKLARI UYGULAMADAN KALDIRIR ve bu kişilere SAVAŞ AÇAR” (GüntherJakobs, Vatandaş ve Düşman Ceza Hukuku)

AKP’nin, yeni politik olağanüstü usul hukukuyla, usul haklarını ortadan kaldırdığı bir düşman ceza hukukuna doğru gittiği açıktır. Buna ne dersek diyelim, “hukuk devleti” diyemeyeceğimiz açıktır…

(Bu yazımız ilk kez Odatv.com’da yayımlanmıştır)

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.